zam'ânın esintisi

21 Ekim 2020

edimlerimiz için,




“beni dertten derde saldın, şu gönlümü nasıl çaldın” diye başlıyor “güzel bu nasıl sevdaymış” türküsü. âşk genişlemektir, kontrol altına alınmak değildir. 


 acı olayları da “atam dedim atamadım, satam dedim satamadım” bizi büyüten, bizi biz yapan şeyler onlar. her eylemlerimizin sorumluluğumuz altında olduğu için. başkalarına sunduğumuz zararın mazereti yoktur çünkü.insanların ne istediğini ve/ya neye ihtiyacı olduğunu bilmek ve bilmemenizi istiyorsa sınırlarına, arzularına saygı duyup yolumuzu bulmamız gerek. şiddet, hayatımızı, bizi basitleştirir.


bazen düşünüyorum da  “gözyaşımı umman eyledin, aklımı fikrim zayeyledin, perme perişan eyledin”farklı bir zaman çizelgesinde, bu kadar kafa karıştırıcı olan olayları  anlamıyor,  merak ediyorum neden böyle olduklarını. empatiye ve iyi bir kalbe sahip olmayı üstlenmek savunmasızlık olamaz çünkü. şimdi bunların hatalar olup olmadığını bilmiyorlar ama, bilseler ve biriktirdiği ham duygularını bir türkü gibi büyütebilseler.


evet, çok kızgınım. sürekli taciz ve kötü davranan insanlara ve bu muameleyi reddeden insanlara kötü davranan insanlardan bir o kadar da yoruldum. pek çok kişi sırf bencilce yaşıyor. aşklarını uzaktan yaşayamıyorlar, ne yazık. buraya koskocaman bir “keşke ve umut” bırakmak kalıyor benden. 

8 Ekim 2020

vesikalı yarim’e,




insanoğlu, birbirlerinin hayatında ne yaptığına, ne düşündüğüne, ne de hissettiğine değer ver(e)miyor. ilişkiler -günlük ve- yok ediliyor. insanlar bir makine hâline dönüşmüş ve kendilerini öyle böyle bir şekil bir kişiyle değil, herkesle beslemeye çalışıyor ve neredeyse herkesin intihar ettiğini, kendinin depresyonda olduğunu, uyuşturduğunu ve paranoyak olduğunu da biliyoruz. ve bu esnada hatırlayacağımız bir mucize bizi canlandırabiliyor: âşk!

türkan şoray’ın o söylediği gibi, “özel bir film: vesikalı yarim” ve de “vesikalı yarim filmini her izlediğimde boğazıma bir şeyler düğümlenir, bu filmin duygusundan hiç kurtulamam, imkânsız aşkı insanın içine işleyecek şekilde anlatan bu filmi” türkân şoray, “sinemam ve ben” s.118 derken, ne kadar sevdiğimi ve inanılmaz bir âşk hikâyesi bulduğumu size ne kadar anlatsam yetmez. evet, her film eşsiz, çok güzel, çok farklı olabilir, ama benim için bu film çok ayrı bir yerde, kıyaslanmayacak kadar da biraz sûzidil biraz da nihâvend. her karakteri insana işaret veren, herkesin yüreğinde duygular oluşturan inanılmaz bir film. ben, bu filmde aşkın farklılıklarını benimsemeyi öğrendim. bu yüzden türkân şoray’dan (biraz) bahsetmek istiyorum.

türkan şoray (sabiha), her şeyden emin olmak için elinden geleni yapan, aşkın varlığına niyaz eyleyen (hattâ filmin bir sahnesinde izzet günay ‘hâlil’in’ dizinde ağlaması ve bir başka sahnesinde tesbihi onarıp vermesi niyaz gibi niyaz, -ki en çok etklendiğim sahnelerden), çaresiz bir şekilde sokaklar arasında gezerken yüreğini siyah, beyaza doğru bastıran, cesarete sahip, bir mazerete ihtiyacı olmayan, yargılamayan, her zorluğa göğsünü açan, “uykusuz, öyle düşünüp kendimi yiyemem” deyip “başka diyeceğin var mı?” diye soran, bir açıklama dinleyebilen, hâlil’i kaybetmemek için çırpınan, aynı zamanda zor da olsa bile “hoşça kal” diyebilen, yalan söylettirmemeye çalışan, bir kadın.

evet, buradan safa önal’ın ntv röportarjı: “acaba bir başkası türkan hanım’ın yerine sabiha olsaydı aynı sonucu verir miydi, düşünürüm”e cevap: derinden hisseden olursa sabiha’nın yerinde aynı sonucu “kalbimi kıra kıra” bile olsa verebilir(dim).




16 Ağustos 2020

gamlı garlar,

 “tren bir hayattır”, tanıl bora derlemiş, ne de güzel derlemiş. elbette, “her halükârda, tren ve demiryolu bir gönül meselesidir, aşkî bir konudur.” [...] “‪memleket ilgisinden anladığımız, milliyetçilik hamasetinden farklı bir insanî teferruat sevgisi, doğal, beşeri coğrafyanın seyrinden duyulan zevkle ilgili bir sevgidir.” cümlelerini kitaba sunmuş. 


derken, 

suavi aydın, “umran yolu’na giriş yapmış, tâ ki “bazı istasyonlar vardır ki, onlar bütün bu tarihin görkemini ve acılarını aynı anda görmemize izin verirler.” (s.98) cümlesine kadar ısınamamıştım. tanıl bora’nın sunuşu ile suavi aydın’ın cümlesiyle kitaba daha çok odaklandım. iyi de oldu.



öyle ya, orhan berent’in de dediği gibi, “şimdi ise kuşlar gibi hür(d)üm ve tek başımay(d)ım.” (s.170) her olayın içinde, içimde ne açtığını anlamaya çalışsam bile. yolculuklar trenle olsun ya da olmasın, yolculukta düşlediğim şeyler, düşündüğüm kişilerin her bir parçası beni güçlendiriyor. yine orhan berent diyor ki, “(işte) burada zamana direnen bir şeyler -hâlâ- mevcut.” (s.174) [...] “ne yapalım her şeyin bitişi olduğu gibi bu tren (siz tren deyin ben hem tren hem de herhangi bir yolculuk) öyküsü de burada sona eriyor anlaşılan.” (s.186) ama tuğrul paşaoğlu’nun dediği gibi, “hep beraber götürürdük bu kavgayı.” 


kavgayı götürürdük de yürüdüğüm yerlerde konuşulmadan kalacak, anlaşılacak şeylerin dalgalarını kim hissedebilir ki yolculuklardan başka. faruk duman’ın dediği gibi, “tren, yalnızca yolcuları taşımaz kuşkusuz; irili ufaklı ‘belirtiler’ de trenle taşı(nır).” (s.217) [...] “yol, bu nedenle herkes için bir kültürel bir olgudur.” (s.222) 


neyse, şimdi “kültür” demişken şöyle bir de mehmet atlı’ya uzanalım, açın oradan istediğiniz herhangi bir müziği “kültürünüze yakın olan ya da olmayan”. çünkü mehmet atlı, “tren oldukça müziksel bir hadisedir.” [...] “müzik, hemencecik sizi bulunduğunuz andan ve mekândan alıp başka zamanmekânlara taşı(yabili)r.” (s.246) uzanamadınız di mi hiçbir müziğe? ben de uzanama(z)dım “son vapura yetişmekten hallice hallerimiz (çünkü).” (s.252) diyor. 


sağ olsun murat meriç,  “tren denince” (s.289) devreye giriyor ve birkaç müzik öneriyor. benim etkilendiğim ise: https://open.spotify.com/track/4oP8iUq3hQx7Li0qVgsu97?si=wVhLdEyqQiWz_G8EHukKFw ve artık “çağ, ‘hızlı tren’ çağı. trenlerin artık şarkılara girememesinin bu kadar sık karşımıza çıkmamasının sebebi belki de bu.” (s.299)  diye ekliyor. keşke, keşke, hepimizi trene  tıkasalar; küskünlük kalmaz, hâlimiz ahvalimiz ve “kara tren” de -belki- yerine gelir. 

15 Ağustos 2020

güç kolay: adnan yücel içi(n),

adnan yücel’i hiç görmedim, o dönemin insanı da değilim, ne yazık ki. ne yazık ki, bu yazı güç kolay bir yazı olamayacak ama “yürek çağrısı” olacak benim için. özgen seçkin’in de dediği gibi, “güç kolay denilen buluş ve yazış herkesin erişemeyeceği bir olgunluktur.” (s.141) bir şeyi keşfetmeye başlamak istemek,  o kişinin önce hayatını araştırmak, bir beklenti olmadan bunu yapabilmek de olgunluktur. 


adnan yücel’i, mehmet özer’in derlediği “aşkın ve başkaldırının şairi türküsüz çıkmayasın yollara” kitabıyla bir beklentim olmadan kitaba ulaştım. bkz.  https://twitter.com/sahrahkadiogluu/status/1292816241594372100?s=21 ulaşıp okuduktan sonra güçlü olduğumu fark ettim. a.kadir paksoy’un dediği gibi,  “büyük bir kavgada herkes nasıl kendine düşeni yaparsa” (s.186) sonunda içlerinde bağlılıklarını, bağımsızlıklarını görür. 



ve öyle görüyoruz ki gölgemiz bile bizi bekler, yavaşça zamanı işaret ederken, haydar ünal’ın dediği gibi, “bir şeylerin zamansız uzaklığı doluyor içime.” (s.255) bu zamanın çizgilerinden daha çok “yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” çırpınan bir sazın tellerinin türküsüdür zaman.



o gece, adnan yücel ile hikâyeleri, düşünceleri okudukça yüreğimde bir orman büyüdü, en karanlık yerlerim suya açıldı. asım gönen, “adnan yücel: alanları fetheden, alanlarca fethedilen” yazısında “önce şunu açıklayayım: [...] bu şairi okudukça tad alacak bir halkı görüyorum ileride. şimdiden tohumları alanları kaplayan.” (s.413) sadece alan değil, derinliklerimde eşit derecede dokunaklı bir şair dans ederken dökülüyor hâlâ yüreğime yaşamı arasındaki o sonsuz sıcaklık. a.kadir paksoy’un da dediği gibi, “ama ağustos sıcağında yüreğim (h’üzüntüden) buz kesti.” (s.188) adnan yücel ile aynı dönemde yaşamadığım için, ama asım gönen’in  “yaşamı yeni bir yaşama götürecek olan mücadelenin kendisidir.” (s.395) -ki tuncay uçarol’un da dediği gibi, “adnan yücel, hep toplumcu gerçekçi bir ozan kaldı. bireyselliklerin mantar gibi çoğaldığı yıllarda, o hep toplumsal acılarla, yoksullarla, ezilen insanlarla yan yana oldu. şiirinin en güzel olduğu yerler de, 1990’larda bile sönmeyen bu ateşiyle pişti taştı hep. o yüzden de, görüyorum-z ki hiç unutulmayacak.” (s.437) unutulmayacak elbette adnan yücel’in “anadolu bir halklar ve kültürler denizidir.” (s.90) dediği gün‘ler’imiz. 



dipnot: adnan yücel’in yakın zamanda tüm külliyatlarına kavuşmak dileğiyle, 

1 Ağustos 2020

mağmum ve zam’ân,


gittikçe daha fazla önem verdiğim şeyler ikisi. söylenmesi gereken her şeyin zamanla ortaya çıkıyor olmasına domurlanıyorum. dinleyebildiğim(iz), öğrenebildiğim(iz) ve ânlara geri dönüp gittiğim(iz) her şey de. melih cevdet anday’ın dediği gibi; “çoşkunun olmadığı yerde eylemin doğamayacağını biliyorum ama ya ondan önce ya da ondan sonra düşünsel belirleyici eylemin bulunması gereğini de.” -akan zaman duran zaman s.126


sessizlik, bir müsekkin. sessizlik içinde olduğum zaman, genellikle dinlenmek dışında hiçbir şeye hazır değilim. hissettiğimi ve gördüğümü keşfetmemi kolaylaştırıyor ve tonlarım farklılaşıyor. bu durum, od(aklanmış) bir ruha dönük zamanıdır.  en iyi yararımın bu zamanda çıktığına inanıyorum. vüs’at o. bener’in dediği gibi; “kimseyi ne görüyor, ne arıyorum! zaten görülecek, aranacak kimse de yok. zaman da! yazmak (ve okumak) yetiyor şimdilik, yakınmıyorum öyle çok!” (s.155) velâkin sonrası “bununla birlikte düşünüyorum da, insan dayanıklığı gerçekten tuhaf! [...] özlem, sevgi de öyle! dayanışma da! bir bakıma (bu yıl) birlikte çektiğimiz güçlükler, birbirimize ne denli sokulmamız gerektiğini [...] anımsattı, doğruladı!” -cânım tavşancığım, s. 159 


sosyal mecralarda paylaştığım şeyler konusunda son derece ihtiyatlı davranmaya çalışıyorum. amacımı ya da kalbimi insanlıktan çıkarmaya ya da azaltmaya çalışan tüm kavramları, ilişkiyi ya da varlığı onaylamayıp reddediyorum. bunu böyle söylemesi ve düşünmesi bile beni rahatsız ediyor da, vüs’at o. bener’in de dediği gibi; “neyse -el(im)de değil- bu fasılda ne kadar susayım dese(m) insan(la) konuşmak ihtiyacını duyuyor(um).” s.181


neyse ki, şimdi geçmişten bir ân(ınsamak) iyi gelir. 

2 Temmuz 2020

uz’aktır,

 “oturup sözcükleri hiç düşünmeden art arda yazabiliyorum... çeşit çeşit duygularla doluy(or)um.  ama bu duygular dayanılmaz, taşınmaz hâle gelinceye kadar hiçbir şey yazmam. duyguları dağıtırım...” öyle yazmaya başlarım. tezer özlü-ferit edgü, “her şeyin sonundayım” (s.66) ama zalimce davrananları gözlemlediğimde -her zaman- içlerinde yaralı bir çocuk olduğunu, acılarını, korkularını ve masumiyetlerini görüyorum. ancak bu davranışlarından dolayı yanımda bulundurmamın sebebi, içindeki çocuğu gördüğümden dolayıdır.  çünkü hepimizin içinde yaralı bir çocuk var ve acı taşıyoruz. ayrıca içinde o çocuğu iyileştirmek de bizim sorumluluğumuz. yıldız ecevit’inde dediği gibi; “yaşama norm koymak, her şeyden önce normların/doğruların/anlamın ve bu doğruları taşıyabilecek güçte ve bilinçte ‘birey-insan’ın varlığını gerektirir” (kbd. s.16) niteliğindedir. 

insanlarla telepatik bağ kurmak güzeldir ancak ve ancak insanların sözlerini teşvik etmek ve kendi duygularınızı ifade edebilmek için “eşit derecelik” önemlidir. bu davranışta konuşmaya çalışmayı, ne yaptıklarının/yaptığınızın farkında olma sağlamalıyız.  ancak, “güvensizlik” verici hale gelirse kendi refahımız için uzaklaşmamız gerekebilir. bu da gayet doğal bir yol. bu insanın kendini korumanın yolu, incinmek istemediği yolu ama büyümenin bir yolu da olabilir.


biz insanız. kusurluyuz ve bunun  farkındayız.  insan içinde fazla yara, üzüntü ve biraz da karanlık yanları var. kimse mükemmel değil ve olmak da istemez. insanoğlu, öğrenen bir varlık çünkü. bu da dağınık ama güzeldir. vita sackvılle’nin vırgınia woolf’a dediği gibi; “kimse gerçekte olduğu insan olamıyor, sonuç da düpedüz bir karmaşadan ibaret.” (s.7)

1 Haziran 2020

haziran içi(n),

“kapıyı çalan kimdir/ aç bagım gelen kimdir/ yaram derine düştü/ belki gelen hekimdir” olasılığı vardır -ki rakıdır, sazdır, yaz(ı)dır. velev ki hikâyesiyle beni etkileyen bir urfa türküsüdür. ki ben türkünün hikâyesinden bahsetmeyeceğim her zamanki gibi türkü(yü) dinlerken hissettiklerimden bahsedeceğim. 

“kabuklarına kadar yürümek” ve hissettiklerimi söylemekten hoşlandığımı fark ettiren, gündüzün ve gecenin her ikisinden farklı beslendiğimi hissettiren türküdür bu türkü. 

gündüz tüm acıları görmemizi sağlayıp iyileşmemizi. gece ise acılara ç(ağrıdır). hayatın oburlarını, kederini ve zulmünü görmek ve de iç çekmek için. bu puslu dokunulmaz ağrıların sorgulanmasını yanlış bulmuyorum. 
ahmet telli’nin de dediği gibi: 
“ama acılara alışılmaz 
bir şeyler var değişecek
bir şeyler var
değiştirmemiz gereken 
önce acılardan başlanacak”
vedâ divânı, s.486

-ki ahmet telli bahsetmişsem son olarak bir şiir de bir türkü olmuş önceden ama çok önceden “sıyrılıp gelen” rüzgârın kalabalık olduğu yerde veya herhangi taze ot kokusunun güçlü olduğu bir yerde ruhumuzun tedavi edilmesine katkı sağlayan şiir önce ahmet telli’den grup yorum’a grup yorum’dan bizlere sıyrılmış. iyi ki de sıyrılmış.

yazıyıda samiye rastgeldi’den “kapıyı çalan kimdir” dinlerken ahmet telli şiiriyle bitirelim,
“sen türkülerini söyle
ve gülümse küçüğüm
çünkü sesinin 
ırmağıyla yeşerecek
hasretin bozkırları”
bekle beni, III, s.489

kapıyı çalan kimdir? bu haziran da hasretin bozkırlarıdır. 

17 Mayıs 2020

mahzun’i şerif içi’m,

bu yazı her gün mahzun-i dinlerken yazmak istediğim bir yazı ve sonunda mahzun-i için bir şey yazmaya hazır olduğum gecelerden bir gece. bu gece, gece’ler o’ymuş, bugün ölümü değil, yeniden doğuş noktası sağlayan ozanlardan mahzun-i. tıpkı adı gibi.

mahzuni şerif her ne kadar protest türkü söylediğini söylesem/söylesek de içine girilip âşkını görmemiz gereken ozanlardan. belki suna’sını, belki de fatıma’sını. ben fatıma’dan yanayım.  şöyle ki: “gül yüzlü cânanım” garip bir yerde ve zam’ândayım. çünkü sürekli ruhsal olarak mahzunidir ruh hâlim. yıllardır kesintisiz “bir değil yarem” , “hâlim yaman böyle” , “diye diye” , “gözlerin”, “divâne etti(n) aklımı” mahzun bir şekilde dinleyen biriyim. 


evet, çok fazla mahzuni türküleri önerisi var olduğunu biliyor, bu yüzden; hangi nakaratıyla doldurmam gerektiğini belirlemeye çalışamıyorum. hepsi içimi besliyor çünkü.  “gam yeme gönül” “zâlimin zülmü varsa” diyerek yaşama umutlar inşa etmemi sağlıyor. dügâh hâlimi anlamanız için mahzun-i dinlemenizi, onun acılarını, hayata bakış açısını hissetmenizi, acılarına bile nasıl sahip olduğuna dikkat etmenizi isterim. 

ve mahzuni en düşük enerjimizde elimizin altındaki başka başka umutlu türkülere ve kişilere erişmemizi de sağlıyor.  “ahmet kaya’ya”, bir “metin”, biraz da “şikayetim vardır aşık veysel’e” türküsü ve de “iki saz iki söz” muhlis akarsu ile olan albümü. daha ne söyleyeyim? hepinize içten söylüyorum: “dünya’da mahzuni’ler, bir ölür bin doğarlar” sizi kavrayan emperyalizm aidiyettinden ayrılıp hâlâ mahzuni’yi dinlemiyorsanız “mahzuni tozar kül olur” o da ayıbınız olur.

bugün: on yedi/mayıs. yarın ve yarınlarımızda saygıyla...

5 Mayıs 2020

mânâlı,

âh, emel taşçıoğlu’ndan  “sel gider, kum kalır” bir de  “iz kalır” albümünden geliyorum. emel hanım’ın söylediği türküler tam olarak sevgili içi’n bayramlık yazısı.

“bayramdan bayrama” bilesin ki “geceler yârim oldu” dinlerken ilk iki dakikada rakıyı açtırır ve “her dertten yıkılmaz idim / sebebim yârim oldu” gece yarısı sağımda ve solumda temiz hava, sallanan ağacın gölgeleri, sokak lambasının yanıp sönerek kar’anlık sokaklardan eve doğru giz bir şekilde giderken hem ruha hem de rakıya çöktürebiliyor. bu, iki türkü bizi suistimal etmeden gerçekleri sorgulamaya da yardım eden türkülerden. 

sevgiliyle yaşanan yolculuk ânlarında “seher vakti çaldım yârin kapısını” türküsüne de yönlendirirken acılarımızı hafifletemeyebilir ama umutları belki geri getirebilir demek isterdim ki  “garibim”i dinleyerek, “bağa girdim kiraza/ yâr naza, ben niyâza / hani söz vermiştin/ gelecektin bu yaza” kucaklayarak huzuru vermenin güzelliği, her zam’ânı paylaşmaya, aynı gökyüzünün altında mil tutmaya, şefkâtle kollarına sarmaya...

derken yine “bayramdan bayrama” dönerek, “gurbeti mesken mi tuttun / gittin beni de unuttun / belki başka yâr da buldun/ bir selâm gönder ya da cemâlini göster ya da bir fatiha oku bari bayramdan bayrama” âh, yâr ile sonl(ân)dırdım her şeyi...

1 Mayıs 2020

bililtizam,

“telli turnam sökün gelir / inci mercan yükün gelir / elvan elvan kokun gelir / yâr oturmuş yele karşı” karac’oğlan’a ait koşma’lı bir şiir. lakin türkülü söylüyor nurettin rençber, “yeşil başlı gövel ördek”ten velhasıl “eski yara”sına da kadar sürer bu yazı aslında...

bu türküde birçok insanın, ruhsal titreşimselleri olabileceğini düşünüyor, kendinde bir şeyleri iyileştirebileceğini görüyorum. ben nurettin rençber ve bunun yanında konum değil ama erkan oğur’un sesinin şiire dönüştüğünü ve yüreğe nafiz ettiğini düşünen birisiyim. şiire dönüştüğü için insanı hiç kıvrandırmadan rahatlatıyorlar da.

müstevli zamanlarda oturup dinlediğim türküler, insanlar, zor durum karşısında üstesinden gelmem gereken çok şey var çünkü. kimin yanımda kaldığını, kimin benden gittiğini, kimin zarar verdiğini ve niyetlerinin ne olup olmadığını düşünmek için zamanım var. hatalarımı ve de hataları kabul ettim ve kendimi, kendilerini affettim. birini gülümsetmeyi başardığım ânlara da hep minnettar oldum oluyorum da. münhasır olmadığımı da biliyorum ama her duyguyu sevmeye çalışıyorum. bu duyguların ortasında bir yerlerde, sessizliğin de çiçek açmaya devam ettiği gizli bir yer var olduğunu hissediyorum. yemyeşil ovalar, hayaller gibi...


şu ki: ifade edilemeyen duyguları yazıya dökebilmek çok hercümerçtir. acıyı kalem ve kağıda bırakmak kendi başına iyileştirici bir deneyimdir. taşıdığınız düşünce ve duygulardan bir saikle kopuyor ve barışa başka bir adım daha yaklaşıyorsunuz. türküde dediği gibi, “oturmuş yele karşı...” bile bile.

19 Nisan 2020

nafiz türkü,

“nazlı yârdan bana bir haber geldi
eğer doğru ise büktü belimi
dediler ki, yâri yad eller aldı
kadir mevlam nasip eyle ölümü”

ne yazık ki bu türkünün hikâyesini bilmiyor, çok sevdiğimi biliyorum. keşke âşık olduğum kadar içimdeki tüm duyguların bir çatı altında buluşup konuşması gibi tüm türkülerin hikâyelerini bilsem ve anlatabilsem.

“seher yıldızı”nı ben yakın tarihe kadar kadar arif sağ ve belkıs akkale’den dinlerken uzun zamandır instagramda severek takip ettiğim hasan kiriş ile karşılaştım bir ân. hasan kiriş muazzam hatasız tanbur çalan birisi olarak kulak ve iç rahatlatan birisi de.  hasan kiriş’ten dinleyip dururken ve uyumaya çalışırken bu türkü “karşılıksız sevenler için” dedim kendi kendime. bir kişinin yüzündeki tarihi asla yormamak ya da onun için ağırmak ya da bilmek ya da bir şehri terketmek ya da aynı satırı, aynı kelimeyi okumak. türküde de diyor: “sabr’eyle sevdiğim ilkbahar gelsin / terkedeyim vatanımı evimi” o misal...

o misal ki hissettiğimiz şeyler -bazen- korkularımız olabiliyor, ve o parçamıza bir yabancı ve karanlık gibi yaklaşıyoruz. oysa belli bir iç huzura varmak için o “kar(anlığın)” üstesinden gelmeye çabalamak bizim ruhumuzu besleyen şeylerdir.  ve bu yüzdendir ki doğada rüzgâr kalmayınca türküler rüzgâr seslerini taşıyor ve bize böylece daha destek oluyor. ve artık endişelenmeyip “o bülbül de dalına konacak elbet bugün değil, yarın değil, ama bir gün konacak” diyebiliyoruz. en azından benim için bu böyle. sizde de nafizlenir bu türkü, umarım.

18 Nisan 2020

nokta-i nazar,



bu sabah “işe yarar bir şey”i izledim. sahiden de işime yarar şeyler keşfettim. ismen bir leylâ değilim belki, ama ruhen leylâlaşıyorum bazen (hatta her zaman da böyledir bu). film hikâyesiyle fotoğraflaşmakla başlaması ilgi çekici bir film. genelde hep yataktayımdır yatakta kitap okur, yatakta film izler hatta yatakta ağlar, gülerim. yataktan ayrı kaldığım zaman dilimi: yemek için, fotoğraf çekmek için ve de yürümek içindir, -ki yürümek o da bu sıralar olmuyor. filmde sayılan renkler kadar değil belki benim hayatım ama benim hayatım saf bir siyah beyazdan ibaret.

neyse ki yataktan kalktım “işe yarar bir şey” yapmaya kalkışmak istedim. yani çay demlemeye. çay demlemek son birkaç yıldır benim için hassas noktalardan biri oldu. öncelikle şu ki, her çayı üstüne atınca yirmi beş dakika ve/ya yarım saat öncesinden çaya asla dokunmam dokundurtmam da. bugün ise çayın tozunu silkeleyip soğuk suyla yıkayınca aynı yöntemle tekrar demleyip kahvaltımı yaptım. yalnız yalan değil, bir başıma yine “işe yarar bir şey” oldu. bıraksanız beni su gibi konuşur içimdeki efkâr ve tahassüsler ebediyet olur.

ben en iyisi kahvaltı masamda filmi bir küçük ele alayım. film öykü karayel sayesinde çok öyküsel olmuş diyebilirim ama beni trende ada sahillerine açılırmışçasına  leylâ’nın (başak köklükaya) sessizliği daha çok etkiledi. çünkü gerçek sessizlik her şeyi yakar. kendi kendine yeterli olmak, asla başkasına güvenmemek anlamına gelmez. en derin sessizlikte bile birbirimize ihtiyacımız var olduğu anlamına gelir. ihtiyacımız olmayan şey ise: ruhumuzu yok etmek için kalıplaşmış sistemlere güvenmemektir.

filmde “siz olsanız ne yapardınız?” diye sorulan soruya herkesin bir duraksama yaşayabilen bir hayatta olduğunu biliyoruz ama başta şiire taptığımı,  okumayı sevdiğimi söyleyip ben bir otobiyografi yazardım -belki- diyebilirim.

11 Nisan 2020

ev üzerine,


ev üstüne öncelikle kar(an)tina’lık zamanlarda en çok yazmak istediğim bir blog yazısıydı. içimde kalmasına izin vermememe sebep olan bir yazıyı okuyacaksınız. içimde kalmasına sebep olmayan kişiler başta gaston bachelard ve mehmet said aydın olmak üzere herkese teşekkür ederim.

gaston bachelard’ın “mekânın poetikası”nda dediği gibi, “ev olmasa, insan dağıtılmış bir varlık olurdu. ev insanı gökten inen fırtınalara karşı koruduğu gibi, yaşamdaki fırtınalara karşı da ayakta tutar. ev hem beden hem de ruhtur. insan varlığının ilk dünyasıdır.” s.37  derken, herkesin yüksek bir benliği var. o benlik bir ev kurabilir de, çağırabilir de. evde yaptığım işleri fark etmeden önce beni gerçekten çok etkileyen eşyalarla konuşmak oldu. çünkü varlığımı ön planda tutmalı, iç içe geçmiş eşyalarla konuşmalı, çığlık vb. atmalıyım. kaostan uzak durmak isteyen bir benlik bu bahsettiğim şey.

ev, uyanıp kendinizi keşfe çıkmak, kim olduğunuzu hatırlamak için var. kendinizi çok daha fazlası olduğunuzu hatırlamak hem heyecan verici hem de korkutucu olabilir. ancak bu tanıma, kendinizi daha fazla olasılığa, daha fazla özgürlüğe ve yeni sürümlere açmak için ev var. mehmet said aydın’ın gazete duvar sitesinde “evin yalın hâli” yazısında dediği gibi, “dijital olan her şey uçabilir, defter her zaman daha garantili.” sayfa sayısı yok. velev ki ev de aynı bir defter gibidir ve garantilidir. ve nereye kendini ait hissediyorsan bu böyledir.  ve mehmet said aydın’ın yazısı şiirden demlenmiş belli ki. aslında sadece “evin yalın hâli”ne değil, “evin her hâli” olmakla beraber bir necatigil şiiri ve en güzelidir. benim anlam yüklediğim budur. neyse, hakikatı sulandırmadan şöyle ki, geçen gün uyumadan önce okuyup instagram hikâyesinde paylaştığım şiirdir. yaşayan bir şairle aynı şiiri şu zamanlarda okumak mutlâk mutluluğa, şiir ve ev yaşamın anlamına bir kat daha yoğunlaşmaktır.

ayrıca fark ettiğim mehmet said aydın kitap sevdası olan birisi olarak bildiğimden şiirin sayfa sayısından yazısında belirtmemiş “o da bana belki nasip imiş” deyip müzik dinlerken ve hangi fotoğrafımı yüklesem diye düşünürken sağlık ve ziyafetle ve evet, fotoğraf ankara kalesinden. evet, şiirin bendeki sayfa sayısı: necatigil, şiirler yky 9.baskı, s.111, bir bir bir beraber evlerde kalalım demek istemiyorum. kalamayanlar var çünkü. evet, “beni hor görme kardeşim / sen altınsın ben tunç muyum / aynı vardan var olmuşuz” türküsünü dinlerken yazılan yazı. teşekkür ettiğim gibi saygılar dileyip uz’aktan (iyilikten) öpüyorum.

10 Nisan 2020

ruhi içi(n),

“keşif bir yozlaşmanın kurşuni bir bulut gibi göğümüzü kapladığı günlerde; düşüncelerini başkalarını iyi bir geleceğe emanet edebilmek için şekillendiren, bu uğurda daima kendini öteleyen, ne olursa olsun ödün vermeyen tutarlı, örnek alınabilecek insanların yokluğu ağır şekilde hissediliyor.” diye başlıyor önsözünde kitap.  füsun akatlı önsüzü kızı zeynep altıok akatlı’ya bırakmış ne de güzel yapmış. 

türküler bizim üzerimizde çok fazla güce ve kontrole sahip olmamıza dair esnemeler yaratıyor. toplumumuzdaki sorunlarla ilgili her şeye destektirler de.  kapitalist yaşamdan rahatsız olup tekrar rahat düştükleri zaman unutulacağını düşünenlere ait değildir türküler. ama şunu bilsinler: işçi sınıfı hiçbir zaman türküleri unutmaz, unutturmaz da.

türküler asla bir yük de değildir. belki de bu sistemde bilinçaltımızda kabul etmediğimiz bir karanlığı ortaya yansıttığını anlayabiliriz. onları dinleyin ve neler öğreteceklerine hatırlatacaklarına kalbinizi verin. 
hatta tarlanızdan bir fidanı başkalarının tarlasına salıverdiğinizi hayal edin en çok da ruhi su dinlerken hayal edin.

ben kendimi hiçbir şey bulamadığım bir aşamada bulunca, zorda  kalınca kendimi türkülerde buluyorum.  sadece radyo sesi akıyor. ruhi ve sumeyra’nın türkü de dediği gibi, “bir bir yandan bir bir yandan / eğildim bir buse aldım/ bir bir yandan” öyle oluyor, bu ruh hâlimdeyken türkülerden bir bir buse alıyorum. türküler her zaman denge, barış arayışında olup yobazlık ödemini atıyor, atmaya da devam edecektir. çetin altan’ın da dediği gibi, “ruhi’nin sesi insanlık kaldıkça kalacaktır. türkiye’den insanlığa ne kalacaksa, insanın insanı sömürmesine karşı çıkanlardan kalacaktır.” s.91  “türkülerin sesi” de diyebiliriz ve yazı bitmez ama şimdilik yazıyı “mahsus mahal”den bitirebiliriz. 

kitabı okumama vesile olan: ahmet nezihî turan var olansınız.